Bu yazı bir yandan LGBT ve aydınlanma mücadelesinin gerçek hedefini belirlemeyi amaçlarken, diğer yandan ise öfke ve hüznümün bir yansıması niteliğindedir.
Sürekli pompalanmakta olan tüketim kültürü öyle bir şey ki bir süre sonra insanın tüketecek nesnesi bitiyor ve o nesne bir noktadan sonra insanın ta kendisi haline geliyor. İnsanın ve dolayısıyla her türlü ilişkinin tüketim nesnesi haline getirildiği bugünlerde, bir yandan da nefreti özgürlük ilan eden gerici düzenin gizliden gizliye pompaladığı homofobi/transfobinin de gölgesinde, insanların umutlarını yitirip acılarını bastırmak için afyona sarılmaları pekala anlaşılabilir. Bu noktada kendisini reddetmek zorunda bırakılan, mağdur edilen kimseleri kınamak veya suçlamak yapıcı ve gerçekçi değil. Bunun tek bir sorumlusu var, o da liberal arsızlık ve gerici nefrettir!
Dostlarıma kadar sirayet etmiş olan bu ümitsizlik halinin sorumlusu olan bu ikiliyi lanetliyorum!
Ve kimsenin şüphesi olmasın...
Sevgi kazanacak! Biz kazanacağız! ✊
Bu yazının gerekçesi olan, çok sevdiğim bir dostumdan gelen mesaj silsilesi. 😔
Eğer şu anda Müslüman olmuş olsaydım tahmin edeceğiniz üzere bu başlık "Allah'ın" şeklinde başlayacaktı. Ama öyle ya Tanrı'nın da -şayet varsa- sopası yoktur herhalde diye ümit ediyorum. 😅 Ama belli ki bir adaleti var! İster karma deyin ister başka bir şey, hayat karşımıza ilahi adalet denen şeyi çıkarıyor... Şimdiye kadar bununla bariz bir şekilde iki kere karşılaştım. Dilerim bundan sonra ne karşılaşmamı gerektirecek bir maruziyetim olur, ne de maruz bırakanın kalacağı "hak edilmiş" acılar...
Öncelikle şunu belirtmemde yarar var kimsenin başına gelen "dert"e ya da çekmesi olası acılara sevinecek kadar kötü birisi değilim. Aksine genellikle bana düşmanca davranmış kimselerin bile hakkını gözetecek kadar da hümanist birisiyim. O bakımdan "oh iyi olmuş" diyemiyorum. Zaten diyemem, diyemedim...
Bu öğlen annemle dayım hakkında konuştuk, bayramda bize gelmişler ve çocukları ile güzel vakit geçirmişlerdi. Elbette ben onların yanında bulunmadığım için bunlardan anca annemin anlatması ile haberim oldu. Söz konusu dayım hakkında geçmişte de bazı yazılarımda bahsetmişimdir bana yönelik "Aidslisindir sen şimdi!" vs. tarzı daha ilkokul öğrencisi olduğum zamanlarda ettiği küçümseyici hatta taciz niteliğindeki homofobik sözleri ve tavrı söz konusuydu. Bu tutumunu zaman zaman lisede olduğum süre içinde de göstermişliği vardır... Şu anda her ne kadar geçmişe kıyaslandığında fazlasıyla "straight-acting" sayılsam da aramızda halen tuhaf bir soğukluk var (bkz. geçmişin izleri). 😒
Haliyle çok fazla görüşme taraftarı değilim, özellikle de hayatımdan beni öyle ya da böyle olduğum gibi seven ama yine de bilmeyen insanları dahi çıkarmışken ona ve ailesine ne kadar yer verebilirim ki? Yer versem bile ne kadar sağlıklı olur? Sorular sorular...
İşte bu nedenlerden dolayı kendisiyle pek az görüşürüm, ama bu az görüşmüşlüğüme rağmen çocuklarından birindeki farklılığı da hissedebilmiştim. Evet burada işte o sözü hatırlamamız gerekiyor: "Tanrı'nın sopası yoktur".
Bugünkü konuşmamızda annem yanıma gelerek, "dayın oğlu için ne dedi biliyor musun? 'Cemil İpekçi gibi olacak bu, çok narin, çok alıngan, sanata fazla ilgili...' İnan boğazım düğümlendi, ne diyeceğimi şaşırdım." dedi ve açıldığımdaki aynı hüznü yeniden gözlerinde gördüm. 😔
Bundan çok değil birkaç ay önce benimle ilgili olarak "çok da boş bırakmamak lazım, evlensin vs." şeklinde babama konuşan ve tahmin ettiğim nedenlerden ötürü bunu söyleyen dayım, şimdi kendi oğlunun "heteroseksüel bir erkek" oluşunu sorguluyor. Ha ahım yerde kaldı mı belli ki kalmamış, ama üzüldüm mü evet üzüldüm o çocuk için.
Her ne kadar "nolursa olsun benim çocuğum o" demiş olsa da -ki iş başkasının çocuğuna gelince gayet de zorbalıkta sınır tanımıyordu- öyle bir dindar ailenin çocuğu olacağından dolayı, onu kabullenmiş olsalar dahi LGBTİ bir çocuk olmasından dolayı üzüldüm ve endişelendim.
Nedenine gelince... Etrafımdan o kadar çok tanıdığım, çocukluğunda taciz veya tecavüze maruz kalan LGBTİ birey var ki... Birçok LGBTİ çocuk, sapık şerefsizlerin açık hedefi halinde ve bu çocuklar tamamen korunmasız olduğu gibi bir de başlarına geleceklerden dolayı kendilerini sorumlu tutacak kadar da "aykırı" hissediyorlar. Bırakın normal şartlarda LGBTİ olduğunu ailelerine söyleyebilmeyi, bir de böyle bir olay yaşamış olmayı ailelerine söyleyebilsinler... Gerçekten zorlu bir süreç ve bir o kadarda acı...
Şimdi o çocuk için endişeleniyorum. Ne yazık ki "oh olsun" diyemiyorum. Dilerim, dayım başına gelenden sonra dersini almıştır -ki ettiği laflar da bu yönde, dilerim kuzenim benden daha iyi koşullarda daha iyi bir yaşam sürer. Tüm dileğim bu...
Tanrı'nın önce adaleti sonra da gözeten eli her daim bizimle olsun... 🙏
İçime attığım (veya diğer bir deyişle arşive kaldırdığım) onca kişisel yazımın ardından bu kez
bir LGBTİ temalı film incelemesi ile yazılarıma devam ediyorum. LGBTİ olsun veya olmasın ilişki içinde olan/düşünen herkesin izlemesini salık vereceğim bir film umarım yazımı beğenir ve sonrasında filmi izlersiniz... 😊
"Holding the Man", Neil Armfield'ın yönettiği Tommy Murphy'nin ise senaryosunu yazdığı 2015 yapımı LGBTİ temalı bir film. Avustralyalı eşcinsel bir aktörün ve sevgilisinin gerçek hikayesinin anlatıldığı filmin başrollerinde Ryan Corr ve Craig Stott oynuyor.
Timothy "Tim" Conigrave adlı aktörün otobiyografik kitabından güzel bir uyarlama niteliğinde olan filmde, Tim ve sevgilisi John Caleo'nun lisede başlayan aşkları ve dönemin (1970'ler-80'ler) zorluklarına karşın başından itibaren ailelerine ve çevrelerine karşı sergiledikleri onurlu bir eşcinsel çift portresi izleyenleri hayran bırakacak nitelikte. 😍
Filmin temel iki noktası var diyebilirim: Aşk ve Cinsellik. Tabii ki bunların dışında genel LGBTİ'nin kabullenişi vs. konuları da işleniyor, ancak bence vurucu olan ve ön planda tutulduğunu düşündüğüm iki nokta ilişkiler içindeki bir sorunsal niteliğinde işlenen bu iki konu diyebilirim.
Elbette biyografi niteliğinde olduğundan filme yönelik eleştiriye girmese de yaşanılanlarla ilgili, aşka ve sadakate önem veren birisi olarak şunu diyebilirim ki ya "aşk dediğin işte budur!" diyecek ya da benim gibi rahatsız olup aşka küseceksiniz. 😅 İlişkileri hangi zeminde nasıl değerlendirdiğinize göre vereceğiniz tepki değişecektir haliyle.
Ben bu noktada biraz daha aykırı "iyi aile geyi" portresinden baktığımdan ben, filmde aşkın ne kadar saf temiz duygularla başladığına (her zamanki gibi) ancak
devamında işin içine cinsellik girince hazin sonuçlarına tanık
oluyoruz diyebilirim. "Yine de aşk boyun eğer" mi? Eğip eğmediğini izleyip görün
diyorum... 😊
Film her halükarda sizi içine alacak gülümsetecek, duygulandıracak ve benim gibi duygusal bir insansanız da ağlatacaktır. Hazırlıklı olmanızda fayda var. 🙈 Özellikle de "ciddi ilişki" kafasında olup bunu deneyimlediyseniz bu söylediklerime iki kat hazırlıklı olmalısınız. 😅
Veee son söz...
Açıkçası günümüz insanının bitmek bilmeyen cinsel açlığı da düşünüldüğünde gayet mevcut durumu anlatan ve sonrasında da gelinen nokta itibariyle ders çıkarılması gerektiğini düşündüğüm çok güzel dramatik bir film.
Her zaman dediğim gibi sadakat, sadakat ve sadakat! 😉
O gün sevgilimle birlikte bir kız arkadaşımızla Starbucks’ta buluşacaktık, her zamanki gibi yine buluşmaya geciktim. 😅 Vardığımda arkadaşım çoktan mekana gelmiş, renkli kalemleriyle bir şeyler çizip yazıyordu. Derken geciktiğim için vakit kaybetmeden özrümü diledim ve tam sohbetimize başlayacaktık ki o sırada öncelikle bir içecek almak için kasaya doğru yöneldim. Henüz siparişimi dahi teslim alamadan sevgilim de gelmişti.
Hep beraber sohbetimize devam ettik derken, mekan hepimizi basmaya başladığı vakit, kalkıp biraz Bakırköy’de dolaşmaya karar verdik. Kim bilirdi ki bu karar bizleri hiç beklemediğimiz bir karşılaşmaya gebe bırakacaktı.
Arkadaş meydandan aşağı inince İş Bankası Yayınları’na uğrayıp kitap bakacağını söyledi ve hep beraber içeri girdik ve şaşırmamıza neden olan karşılaşma: Eski bir dost. 😲
Aldığım "büyük karar"ın ardından, görüşmeyi kestiğim yüzlerce insandan sadece birisi diyerek bu durumu açıklamak elbette kendisine haksızlık olur. Çünkü üniversite dönemimde sürekli görüştüğüm ve grup dışında birebir de konuşup buluştuğum bir arkadaşımdı. Her ne kadar özelimi çok fazla açamamış olsam da paylaştığım çok şey vardı. Başta birbirimize olan dostluğumuz sevgimiz…
Tabii onca yıldan sonra bunun ne kadarı kalmıştı bilinmez, ama benim ilk tepkim görür görmez sarılmak oldu. 😔
Elbette bu benim tepkimdi, aynısını ondan beklemek mantığa aykırıydı; tabii ki bir anda kaybolmamın görüşmeyi kesmemin onun üzerinde yarattığı bir kırgınlık vardı. Kendisini “sırtından bıçaklamak”la beni suçladı, dostluğumuza ihanet etmekle…
Yol boyunca gönlünü almaya çalıştım. Karar vermiştim açılacaktım, diğer ortak arkadaşımız da orada gizliden bana verdiği mesajlarla aynı şekilde düşündüğünü belli etmişti zaten. Birlikte daha rahat bir yerde konuşabilmek için sahildeki bir kafeye geçtik. Benden bir açıklama bekliyordu ve bunu da açıkça ifade ediyordu. Ama açıklamak o kadar kolay değildi, hem de hiç değildi. Başta ben olmak üzere hepimiz gerilmiştik.
Sonunda konuyu iki sene önceki Onur Yürüyüşü’ne gidişimize ve kendisinin o gün için bana telefonda söylediği cümlelere getirmiştik: “Senin ne işin var oğlum orada! Gey misin!”
Tepkisinin yanlış olduğu üzerinden konuştuk, bir yandan da “bu kez beraber gideriz” gibisinden konuyu şakaya vuruyor ve üzerimizdeki gergin havayı yumuşatmaya çalışıyordum. Ama o da bizim bu tavrımızdan yavaş yavaş anlamaya başlıyordu… Bir süre sonra “benim de lezbiyen arkadaşlarım var, çok sayıda eşcinsel var çevremde yani benim de, benim hiçbiriyle sorunum yok ki” demeye başlamıştı… Bundan dolayı bir “görüşmezliğin” gereksiz olduğunu ve homofobik olmadığını anlatmaya çalışıyordu...
Elbette üstün körü geçen bu muhabbet yetersizdi ve “gel ikimiz şu ileride konuşalım daha rahat” deyiverdi ve ikimiz masadan kalkıp konuyu baş başa konuşmaya başladık:
— Evet, anlat abi seni dinliyorum.
— (kem küm etmeler)
— Şimdi nesin sen? Biseksüel misin?
— Hayır, değilim. (yüzde anlamsız bir gülümseme)
— Ee nesin? Gey misin?
— Evet, EŞCİNSELİM!
Bodoslama açılmamı betimleyecek daha iyi bir görsel olamazdı.🙈
O anda hiç planlamadığımız bir açılma anı yaşanmış oldu. Hiçbirimizin aklında en ufak bir bir araya gelme ve açılma konuşması yokken gayet spontane bir şekilde nerdeyse iki senedir görüşmediğim eski bir dostumla açılma anı yaşamış oldum. Böylelikle kendisi açıldığım ilk erkek arkadaşım da olmuş oldu.
Tepkisine gelince… Tepkisi “peki tamam” oldu ve sonrasında ardı ardına sorular gelmeye başladı: “Ne zamandan beri bunlar içinden geliyor”, “bir birlikteliğin oldu mu”, “emin misin” vs. vs. Ancak ben çok geçmeden ikinci bombayı patlatıp yanımızdaki diğer “arkadaşın” da eşcinsel olduğunu ve hatta benim sevgilim olduğunu ona söyledim. 🙈 Belki yanlış bir karardı bilmiyorum, ama o an bunu da orada açıklama gereği hissettim, belki de açılmışken tamamen açılayım ve gizlim kalmasın diyeydi. Hiçbir fikrim yok, ama rahatlamıştım. Artık beni kabul edecekse öyle edecekti…
“Sen bunu 'tercih etmişsin' o halde ben de saygı duyarım, benim muhabbetimde bir değişiklik olmaz, bundan dolayı görüşmek istememe gibi bir durumum da olmaz,” şeklinde açıklamada bulundu. (Elbette bunun bir “tercih” olmadığını ve istem dışı doğamın gereği olarak ortaya çıkan bir özelliğim olduğunu ona söyledim; çünkü hiç kimse aşık olacağı kişiyi seçemez, heteroseksüel veya eşcinsel!)
Sonrasında birlikte yeniden masaya oturduk ve muhabbetimize dörtlü olarak biraz daha devam edip, ardından meydana doğru yürüyüp ayrıldık. Ayrılırken onca zamandan sonra haliyle bir anda “eskisi gibi” olamayacağımızı ve biraz zaman gerektiğini söyledi, ancak o günkü gibi yeniden buluşabileceğimiz ve kendisini de çağırmamız gerektiğini söyledi…
Bakalım dostluğumuzla ilgili zaman bize ne gösterecek… Bekleyip göreceğiz…
Şimdi saat itibarı ile dün yaşananları bir yeniden düşünmekte, algılamakta fayda var. O anın şokuyla tam algılayamamış olabiliriz. Anca kendimize gelmiş olabiliriz, doğrudur.
Dün güpegündüz, ülkenin başkenti Ankara'nın göbeğinde Türkiye tarihinin en kanlı terör saldırısı yaşandı. 100'e yakın insanımız resmen katledildi. Yüzlercesi ise yaralandı.
Yüzlerce insan ya... Yüzlerce masum insan!
Tek "suçları" adını Barış koydukları mitingde seslerini duyurmak, haklı veya haksız kendilerini ifade etmek idi.
Gösteri hakkı zaten hiçbir zaman hak olmamıştı bu ülkede, ama hiçbir zaman böylesi bir engellemeyle de karşılaşılmamıştı. Karşılaşılması da mümkün olamazdı, koskoca ülkeydi! Büyük planları olan, "reis"i olan, "büyük usta"sı olan bir ülkeydi!
Tabii ki o "büyük usta" başka devletler söz konusu olduğunda ahkam kesmeyi iyi bilirken, "sizin istihbarat teşkilatınız çalışmıyor mu?" diye hesap sorarken, kendi ülkesi söz konusu olduğunda iki cümlelik taziyeden başka yapacak bir şeyi olamamıştı. Zaten giden de gitmişti...
Sorumlusu yok! Hesap veren yok! Meğer ülkede güvenliğimiz Tanrı'ya ettiğimiz dualardan ibaretmiş bunu öğrendik.
Ardından üç bakan kameralar karşısına çıkıp güzel bir şekilde bizlere güvenlik zafiyetinin olmadığını söyleyerek, bunun gayet olası bir durum olduğunu anlattılar. Zaten bizler de ölmenin ve öldürülmenin bizim "fıtrat"ımız olduğunu iyi bilirdik. Yadırgamadık.
Sorumluluğun kendisinden olduğu hatırlatılınca "istifa" sözcüğünü hayatında duymamış gibi bir tepki verdi; e daha önce hiç örneğini görmemişti o da haklıydı. Hatta içlerinden biri kahkaha atacaktı da kendini zor tuttu, gülümsemekle yetindi.
Ve ardından üç günlük ulusal yas ilan edildi, yani üç siyah kurdele günü...
İşin en korkuncu da ne yazık ki dün yaşadığımız bu olayların hiçbiri rüya değildi, bir Türkiye gerçeğiydi!
Sizce de artık şoktan çıkmanın zamanı gelmedi mi? Bence geldi de geçiyor. Uyan Türkiye!
Bu, bu blogda kullandığım ikinci siyah kurdele... Bu son olsun!
Türkiye hiç olmadığı kadar güvensiz ve terörize, insanları ise dışarı çıkma ve kalabalık ortamlara girme konusunda -haklı olarak- son derece endişeli. Diğer yandan siyasîler ve özellikle de 'fiilî' etkili kukla hükümet ise bir o kadar sorumsuz ve âciz. İçinde yaşadığımız ülke bugünlerde ne yazık ki böyle.
Barış ve huzur ortamının güzel kokusunu bir kere içine çekmiş olan aziz halkımız bir daha savaşı kabul edebilir mi? Elbette ki hayır. Ülkenin her yanından onlarca şehit haberleri gelirken, aile ve yakınları ise acılı, perişan ve bir o kadar da öfkeli. Evet, halkımız artık bizleri savaşın eşiğine getiren, sorumsuz bir şekilde bireysel çıkarları uğruna çatışmayı ve kutuplaşmayı arsızca orada burada dillendiren 'fiilî' illegal zâta karşı korkusuzca sesini çıkarıyor ve haykırarak "ölümleri durdurun!" diyor.
Acılı şehit yakının haklı haykırışı.
Elbette ölümlerin fâili eli kanlı örgüte karşı büyüyen bir öfke ve karşıtlık yadsınamaz; ancak bir o kadar da, bu eli kanlı örgütü hortlatan ve sözde milliyetçi tavrının ardında aslında katliamlara gizliden göz yuman malûm zâtın tüm bu acılarımızın ve geldiğimiz noktanın bizzat sorumlusu olduğunun da farkında.
"Bu ülkede başkan seçmiş olsaydık bu kaos yaşanmayacaktı," diyerek yaşanan kaosun faturasını millete çıkaran Sağlık Bakanı'na şehit cenazesinde tepki.
Artık karşımızda saltanatı sona eren ve kaçak saraylarının ardına saklanmayı bırakıp suçlarının cezasını çekmek yerine devrilirken ülkeyi de beraberinde devirmeye ve kaosa sürüklemeye niyetli tamamen bencil ve arsız bir kişi bulunmaktadır.
Böyle bir dönemde yapmamız gereken tek şey, kanlı eylemlerin ve bu sorumsuz iktidarın bilinçli manipülasyonlarına inat, her zamankinden daha da kardeşçe kenetlenmek ve bizleri birbirimizden koparmaya niyetli bu azılı düşmana karşı Gezi ruhu ile yeniden kol kola girmek ve birlikte bir gelecek inşa etmektir.
Kimse unutmasın ki öldürülen hiçbir insanımız yalnızca bir etnisiteden değil! Ağıtlar yalnızca bir dilde değil!
Acı hepimizin acısı, ülke hepimizin ülkesi! Birlikte güzel günler görmek ise hepimizin yegâne umudu!
Gün geçmiyor ki insan haklarını ayaklar altına alan bir talihsiz açıklamaya daha tanık olmayalım...
Özgür düşünceden mahrum, akıl ve bilimden ise nasibini almamışların içine düştüğü bu ruh hâli, cahil cesareti şeklinde dillerine vuruyor olsa gerek ki bu günlerde çokça duyar olduk.
Elbette gönül isterdi ki öğrendikleri ve üzerine düşündüklerinin sayısı, konuştuklarının ve yazdıklarının sayısından fazla olsun. Ama "fıtrat"tan mıdır nedir? Bir türlü özgür düşüncenin bir parçası olmaları mümkün olmuyor. Onun yerine "gizli kabahat"lerinin ardına saklanan, kendi fikirlerini "ahlak" adı altında topluma empoze etmeye çalışan, "mutlu insanların yakasına nasıl yapışırız, mutsuzluğumuzu başkalarına da nasıl bulaştırırız" diye çırpınan bir zümre olup çıktılar.
Bu zümreye bir kişi daha katılmış veya hep oradaymış: Hayrettin.
Açıklamasında ne had bilmiş, ne de hak; saydırmış da saydırmış... "Ahlaksız" demiş, ardından hızını alamayıp önce nefretine destek bulmak için manevî değerleri suistimal etmeye çalışmış:
"Bu ülkenin düzeni laik, seküler, liberal demokrat vs. olabilir, ama
kimse unutmasın ki halkımızın kahir çoğunluğu Müslümandır"
Ardından da -yine de canı sağ olsun- bizleri tehdit etmiş:
"Savaşı onlar başlatınca da görmeleri muhtemel olan tepkiden şikayet etmemeleri gerekir."
Yazının tamamını buraya taşıyarak kimsenin sinirlerini harap etmek istemiyorum. Özetle demek istediği şu:
LGBTİ bireyler olarak var olma mücadelesi veremezsiniz! Onurlu olamazsınız! Sizlerin var olmasına izin vermeyiz! Sizlerin varlığı "toplumun ahlakına, geleneğine, kırmızı çizgilerine karşı savaş ilan etmek"tir.
Bir de sürekli "ahlaksızsınız" diyor onu zaten biliyorsunuz.
Şimdi gözünü dört aç ve iyi oku Hayrettin...
1- Bu ülkenin düzeni "laik, seküler, liberal demokrat" ise öyledir! Aması maması olmaz. Bunda bir anlaşalım. Yani "laikiz ama o kadar da laik olamayız" gibi bir şey devşirmeye kalkmayalım, o iş tutmaz.
2- Farz edelim ki bu ülkenin belli bir çoğunluğu Müslüman olmayı seçmiş olsun; bu yalnızca o kişilerin bireysel seçimidir, yaptıkları ibadet de günah da o bireyleri ilgilendirir.
Yani kişinin Müslüman olması başkalarının da Müslüman olmasını veya o dine uygun hareket etmesini gerektirmeyeceği gibi, Müslüman olsalar dahi başkalarının "kabahat"i de yine o kişiyi ilgilendirmez!
Diyeceğim o ki herkes kendi "kabahat"iyle ilgilensin, Hayrettin.
3- Ahlaksızlığı eğer iki insanın birbirini sevmesi olarak görüyorsan, bu kısmı daha da iyi oku:
Biz ahlaksızlığı;
İkiyüzlü davranmak, yalan söylemek, kendi çıkarın uğruna insanlarını aldatmak!
Senin insanın açken tok yatmak, senin insanın ağlarken gülmek, senin insanın yas tutarken kutlama yapmak!
Hakkın olmayana göz dikmek, zorla ve hileyle ona sahip olmak! Çalmak çırpmak, hırsızlık yapmak!
diye biliriz.
Yani sevgiye öyle ahlaksızlık filan denmez! Diyen varsa yukarıda saydığım "ahlak"ından şüphe ederiz; bu adam niye "ahlak"ı çarpıtıyor acaba diye?
Ayrıca Hayrettin, belli ki bilmiyorsun, ama sevgi içten gelir. İnsanlar kimi seveceğine karar veremezler ve bu yüzden de hiç kimse sevgisinden sorumlu değildir. Çünkü bu insanın "fıtrat"ı gereğidir! Her kim olursa olsun, sevmek ve sevilmek bir haktır!
Hatta sana bir şey diyeyim Hayrettin, yalnızca insanın değil doğadaki daha 450'ye yakın eşeyli canlının da fıtratı böyledir. Yani gayet doğadan olan, gayet doğal olan bir şey.
Soruyorum sana Hayrettin, penguenin de mi "imtihan"ıdır eşcinsellik? O da mı "kabahat"lidir?
Yanıt alacağımı sanmıyorum. Çünkü üzerine düşünmeyeceğini, asıl niyetinin insanların elinden mutluluğunu almak, onlara nefretle saldırmak, onları hedef göstermek olduğunu biliyorum.
Uzun lafın kısası:
Halkımızın kahir çoğunluğu Müslümandır, ama kimse unutmasın ki bu ülkenin düzeni laik, seküler, liberal demokrattır!
Eğer o yürüyüşte onurlu herhangi bir LGBTİ bireyin kılına dahi zarar gelirse, "görmeleri muhtemel olan tepkiden şikayet etmemeleri gerekir" diyenler sorumludur! Bu da böyle biline!
Sevgiler sana Hayrettin, daha çok sevgiler...
Dipnot: Haklarımızın yasal güvence altına alınmasını isteyen birinin de sana selamı var. ;)